CHP Kurultayı’nın ardından (IV)

Partimin özü müdafai hukuktur.

Ülkenin her köşesinde herkesin hak ve hukukuna sahip çıkarak, ülkemin her yerinde halkıyla kucaklaşarak, halkıyla iç içe olarak kurulmuştur.

Bu anlayışla verilen mücadele Cumhuriyeti yaratmıştır.

Çağdaş Cumhuriyeti sonsuza kadar var edecek olan da bu anlayış ve mücadelesinden dönmeden bu yoldan halkıyla beraber örgütüyle kadrolarıyla yürüyecek olan Partim CHP’dir.

Bunun için, adalet mülkün temeli diyoruz.

Ülkede her zaman ve her yerde, her koşulda ve herkes için adalet ve demokrasi diyoruz.

Her zaman ve her yerde her koşulda tek adamlığa hayır diyoruz.

Adalet, eşitlik ve özgürlük yürüyüşünü 12 Eylüllerin yarattığı kalıpları kırarak Partimizde başlatıp, hukuk ve demokrasiyi, Ülkemize demokrasiyi getiren, hukuk ve adaleti etkin kılan Partimizde yaşayıp, bu şekilde Ülkemizi AKP iktidarının ve AKP’nin sırtını dayadığı Cumhuriyetle bağdaşmaz güç ve karanlık odakların içine sürüklediği karanlık tablodan çıkarmak için, halkımıza tek umudun CHP olduğunu bir kez daha ifade ediyoruz.       

Asla karanlığa yer olmadığını, Ülkeyi bu sorunlarından her durumda CHP’nin kurtaracağını, bu yoldan bedeli ne olursa olsun hiçbir zaman asla dönmeyeceğimizi, sonuna kadar hukuk ve demokrasi içinde vereceğimiz mücadele ile tüm bu sorunlardan kurtulacağımızı, asla umutsuzluğa yer olmadığını partililerimize, örgütümüze, halkımıza tarih önünde ifade ediyoruz.

Kurultayımızın sonuçlarının Partimize ve Ülkemiz için aydınlık bir sayfa açacağını belirtiyor, seçilen tüm yeni kadrolara başarılar diliyoruz.

Seçilme hakkımın elimden alınmasında ve eşit yarış koşullarının ortadan kaldırılmasında doğrudan sorumluluğu bulunanları ve seçimin hangi koşullarda gerçekleştiğini de ayrıca gözetince, hele de adı adalet olan bir Kurultay’da vicdandan koparılmış bir adalet olmayacağından, Tüzük nedeniyle her yönden parti içinde yaşanılanları da gözetince, adalet, hukuk ve demokrasi anlayışı nedeniyle öncelikle ve ivedilikle, örgütüyle, tabanıyla, halkla kucaklaşabilmeyi etkin kılacak bir tüzük kurultayı toplanmalıdır.

Daha önceki dönemlerdeki gibi tüzük kurultayı unutulup gitmemelidir.

İçinde bulunulan koşullar ve yarınlara Türkiye’yi bekleyen sorunlar gözetilince Partimde bu yolda adım atılmaması, giderilemez sonuçlar ortaya çıkarabilecektir.

Tüzük kurultayında yapılacak değişikliklerle, parti içinde her yönüyle kaynaşma sağlanmalı, örgüt ile tabanı, genel merkez ile örgüt ve tabanı arasında olabilecek sorunlar bütünüyle ortadan kaldırılmalıdır.

Böyle bir yapılanma ile partinin her yönüyle halkın içinde olması sağlanabilecektir.

Parti; kadro, yönetim, örgüt ve tabanı ile halkın içinde olunca, aşamayacağı engeller kalmayacaktır.

Tüm bu nedenlerle, demokratik bir ortamda gündeminde tüzük değişikliğinin de olacağı, adaletin yürekten yaşanacağı Kurultay’a gidilmesi ve sonucuna göre de gerektiğinde seçimli bir Kurultay’dan da uzak durulmaması, adalet, hukuk ve demokrasinin gereğidir.

Kurultay sonuçlarına, sadece yönetim kadrolarının yenilenmesi veya yeniden seçilmesi boyutuyla bakılamaz.

Kurultay ile CHP’nin tarihi sorumluluğu çok daha artmıştır.

CHP içindeki dayanışma birlik ve bütünlüğün daha da arttığı ve bunun açıkça gösterilmesi gerektiği bir döneme girilmiştir.

Parti tabanının beklentileri bir yana, parti tabanı dışındaki kitleye de inandırıcı olabilmek ve umudun CHP olduğu konusunda en ufak bir duraksama yaşatmamak için başka bir seçenek te söz konusu değildir.

CHP, yarınlardaki sorumluluğu nedeniyle, her konuyu, hiçbir alınganlık sergilemeden, yarınları kazanma adına özeleştiriden uzak durmadan oturup konuşabilmeli, bu süreci kurumsal kimliğine uygun bir biçimde yaşamalıdır.

AKP, Cumhuriyete saldırmakta, içini boşaltmaktadır.

AKP yönetiminin sorumluluğu kaçınılmaz olarak ortadadır.

Hukuk devleti etkin olarak işleyince elbette AKP’deki bu yöneticilerden tüm bunların hesabı sorulacaktır.

AKP’nin karşısında, bu tabloda demokratik yollarla mücadele edecek en örgütlü yapı CHP olmakla, CHP’nin atacağı veya atmayacağı adımlar tarihi önem taşımaktadır.

Bu konuda en ufak bir duraksama veya atılması gereken adımların zamanında atılmaması nedeniyle, Cumhuriyet en ağır saldırıyla karşılaşabilecektir.

Cumhuriyeti kuran CHP, Cumhuriyet için atması gereken adımdan hiçbir nedenle geri durmamalıdır.

Bu nedenle CHP yönetiminin ortaya çıkan tarih önünde sorumluluğu gereği, mevcut yönetim de, bu tarihi sorumluluğun gereğini yerine getirmekten geri durmamalıdır.

Müftülere nikah yetkisi ve gidişat

AKP hükumetince nikahın müftülerce de yapılabilmesi konusu gündeme taşındı.

Başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ, böyle bir düzenlemenin laikliğin gereği olduğu, evlilikleri artıracağı, kadınların ve evlilik içi hakları koruyacağını bile ileri sürdü.

Bozdağ’ın anlayışına göre, her türlü inanca inanç alanı dışında bile geçerlik tanınması laiklik anlamına geliyor.

Böyle bir anlayış, kuşkusuz laikliğin sona ermesi demek.

Hukuk devrimi ve evlilik

Evlilik, inanç ve ibadet alanı dışında kalan, hukuksal bir konudur.

Laiklik, egemenliğin halka ait olması, halkın da buna dayalı olarak kural koyması demektir.

Laik bir hukuk düzeninde, inanç ve ibadet alanı dışında kalan konularda kural koyma ve uygulama, devletin egemenlik yetkisi gereğidir.

Laiklik gereği devlet, kişiler arasındaki ilişkileri ve kişilerin de devletle olan ilişkileri konusunda kural koyma yetkisine sahiptir ki, evlilik te bu bağlamdadır.

Evlilik kurumu, bu kurum ile ilgili haklar ve evlenmenin başlaması ve sona ermesi de hukuk alanını ilgilendirmektedir.

Cumhuriyet döneminde hukuk devrimi ile birlikte çok hukukluluk sona erdirilmiştir. Yani herkesin kendi inancına göre farklı hukuk sistemine tabi olma dönemi kapanmıştır. Cumhuriyetin hukuk devrimleri ile, herkesin inanç ve ibadet alanı dışında kalan tüm konularda eşitlik içinde “aynı kurallara” bağlı olmaları kuralı benimsenmiştir. Evlilik te bu bağlamdadır.

Çok hukukluluğun sona erdirilmesi ve hukuk devrimi bağlamında 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Yasasında(TMY), evlendirme memurunun belediye başkanı veya görevlendireceği vekili veya muhtar olduğu (md 108), evlendirme işleminin evlendirme memuru tarafından gerçekleştirileceği belirtilmiştir(md 110). Yine, isteyenin ise sahip olduğu dini inancına göre bu aşamadan sonra evlendirmenin dinsel törenini yaptırabileceği de ifade edilmiştir. (md 110). Evlenmenin resmi işlemini, evlenenler hangi inanca sahip olursa olsun, dini bir görevli söz konusu olmaksızın, resmi devlet görevlisi olan evlendirme memuru tarafından yapılması esası benimsenmiştir.

TMY ve hukuk devrimleri, kul olmaya son vermiştir. Devrimler ve TMY’nin insanları özgür ve hak sahibi yapma anlayışı nedeniyle kul olmanın yerini artık kişi olma almış, böylece kul olmaktan kişi olma dönemine geçilmiştir. Böylece evlenme ile TMY’de belirtilen haklara sahip olma ve bu hakları kullanabilme de olanaklı kılınmıştır.

Bu şekilde TMY ile 1926’dan itibaren hukuk sistemine giren ve medeni nikah olarak adlandırılan nikah ile kadınlar hak sahibi olmuş, eş ve çocukların hak ve sorumlulukları, hukukun üstünlüğü çerçevesinde düzenlenmiş ve de güvence altına alınmıştır.

2001 yılında kabul edilen ve halen yürürlükte olan 4721 sayılı TMY’nda da, evlendirme memurunun belediye başkanı veya görevlendireceği vekili veya köylerde muhtar olduğu, evlendirme işleminin evlendirme memuru tarafından gerçekleştirileceği açıkça ifade edilmiştir.(md 134)

(Öte yandan gerek 1926 tarihli Türk Ceza Yasasında(md 237), gerekse 2005 tarihli Türk Ceza Yasasında(md 230/5-6) medeni nikah öncesi evlendirmenin dinsel töreninin yapılması suç olarak düzenlenmiş ise de, halen yürürlükte olan 2005 tarihli yasadaki bu hüküm Anayasa Mahkemesi tarafından 27.5.2015 tarihinde oy çokluğu ile iptal edilmiştir.

 Gerek 1961 Anayasasında(md 153/4), gerekse 1982 Anayasasında(md174/4) medeni nikah esası ile ilgili TMY (md 110) hükmünün Anayasa aykırı yorumlanamayacağı ifade edilmesine rağmen, bu AYM kararındaki çoğunluk görüşü bu konuya hiç girmemiş, karşı görüşte ise bu Anayasa hükmüne dayanılarak maddenin iptal edilemeyeceği ifade edilmiştir.)

Bu arada ayrıca, 1972 tarihli Nüfus Hizmetleri Yasasında beş yıl içinde tüm yurtta evlendirme memurluğu görevinin nüfus memurlarına geçeceği belirtilmiştir(md 1587/15). Bu yasada 1984 yılında yapılan değişiklikle ise, belediye başkanlıklarına ve köy muhtarlarına, köy ve kasabalarda ise eğitim öğretim hizmetleri sınıfındakilere de bu yetkinin verilebileceği ifade edilmiştir. Öte yandan yine 1984 yılında eklenen geçici madde ile yeni bir düzenleme yapılıncaya kadar, köy muhtarları ve belediye başkanlıklarına bu yetkinin verilmiş sayıldığı belirtilmiştir.Bu tarihten sonra 2006 yılına kadar konu hakkında bir düzenleme yapılmamıştır.

2006 yılında kabul edilen ve halen yürürlükteki 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Hakkındaki Yasa’da, evlendirme memurluğu görevinin belediye başkanlıkları ve köy muhtarları olduğu, ayrıca Bakanlığın, nüfus müdürlükleri ve dış temsilciliklere de bu yetkiyi verebileceği ifade edilmiştir. Bu yasa ile de, 1972 tarihli yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

Böylece evliliğin “resmi işlemi”, gerek TMY gerekse Nüfüs Hizmetleri yasası hükümleri uyarınca, kişinin inancına bakılmaksızın ve inanç ayrımı yapılmaksızın resmi evlendirme memuru tarafından gerçekleştirilmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftülükler

 Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan ve üç devrim yasasından biri olan “Şeriye, Evkaf ve Erkanı Harbiye Vekaletlerinin Kaldırılmasına İlişkin 429 sayılı Yasa” ile kurulmuştur. Aynı gün çıkartılan diğer iki devrim yasası ise 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Yasası ve 431 sayılı halifeliğin kaldırılmasına İlişkin yasalardır.

429 sayılı Yasada, “inanç ve ibadet alanı dışındaki konularda kural koymak ve bunları yürütmenin TBMM’nin ve hükümetin görev alanında kaldığı, islam dininin inanç ve ibadet ilgili eylem ve işlemleri ve de dini kuruluşların yönetimi konusuna özgü olarak ise Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kurulduğu, müftülerin de, DİB’e bağlı olduğu” belirtilmiştir.

DİB’e, 1961 Anayasasında (md 153) ve laiklik ilkesine ayrıca vurgu da yapılarak 1982 Anayasasında (md 136) yer verilmiş ve görevlerinin yasa ile düzenleneceği belirtilmiştir.

1924 tarih ve 429 sayılı Yasa yerine, 1965 yılında çıkartılan ve halen yürürlükte olan 633 sayılı DİB’in görevleri hakkındaki yasada, DİB’in görevi 429 ncu Yasa ile aynı doğrultuda düzenlenmiştir (md 1). Yine bu yasada DİB’in taşra teşkilatının, il ve ilçe müftülükleri olduğu belirtilmiş, il ve ilçe müftülerinin görevi ise “bölgelerinde Diyanet İşleri Başkanlığını temsil etmek, din hizmetlerini, dini müesseseleri yönetmek ve din görevlilerinin hizmetlerini düzenleyip denetlemek” şeklinde düzenlenmiştir(md 8).

Bu düzenlemelerden ortaya çıkan, müftülerin görevinin, Diyanet işleri Başkanını temsil etmek, yine dinin inanç, ibadet alanı içinde kalan ve dini kuruluşların yönetimi ile ilgili olan yani Diyanet İşleri Başkanlığının görev alanı içindeki konular olduğudur. Bunun ötesindeki alanlarda müftülere görev yüklenmesi, dinin inanç alanı dışına taşınması demektir. Bu durum ise laiklik ilkesine aykırıdır.

Evlilik ve müftüler

Evlilik, inanç alanı dışında kalan hukuksal bir konudur.

Evlilik işlemi, resmi bir işlem, bir dünya işlemi, bir devlet işlemidir. Böyle bir işlem, laik hukukun söz konusu olduğu bir sistemde hiçbir gerekçeye sığınılarak asla ve asla bir din görevlisi tarafından yerine getirilemez.

Hukuksal bir konunun, bütün görevi islam dininin inanç alanı içindeki konular olan müftülerce de yapılmasına olanak sağlanması demek, dinin inanç alanı dışına çıkması, özel yaşamı düzenler hale gelmesi demektir. Bu durum, açıkça laikliğe aykırılık yaratmak demektir.

Devletin, müftülere inanç alanı dışında bir yetki tanıması demek, devletin müftüler ve dolayısıyla islam dini karşısında tarafsız kalmaması demektir ki  bu durum da ayrıca laikliğe aykırıdır.

Müftülere de nikah kıyma yetkisi tanınması demek, hukuk devriminin ve bu devrimin temeli olan Türk Medeni Yasa’nın içinin boşaltılması demektir.

İnanç alanı dışında kalan, özel yaşam içindeki evliliğin resmi işleminin, müftü tarafından yerine getirilmesi demek, müftü ve inanç boyutu devreye sokulmakla, evliliğe ve sağladığı haklara fiilen din penceresinden bakılmasına yol açacaktır.

Böyle olunca kişilerin haklarına da din penceresinden bakılacak, kişiler zayıf duruma sürüklenecek, tekrar kişi yerine kul durumu ortaya çıkacak, kul durumu ortaya çıkınca biat etmek, boyun eğmek nedeniyle, hak arayamaz hale geleceklerdir. Bu durum evlilik içinde kullanılan hakların da ayrıca ve fiilen etkilenmesine yol açacaktır.

Sosyal boyut dikkat alındığında, müftülere nikah kıydırma durumu, müftülere nikah yaptıranlar ve yaptırmayanlar olarak ayrımcılık yaratacak, bu şekilde nikah yaptırmayan kadınlar ve çocukları üzerinde ötekileştirmelerine de yol açacaktır.

İnanç konusu olmayan, hukuksal bir konu olan evliliğin bu yolla düzenlenmesi ve din görevlisine devlet işi yüklenmesi demek, laik hukukun daha da büyük bir saldırıya uğraması demektir.

Kadının zayıflığı kullanılarak ve din sömürüsü ile böyle bir düzenleme yapılması asla kabullenilemez.

Çözüm, kişileri hakları konusunda bilgilendirmekten, tüm hakların temeli olan laikliği etkin kılmaktan geçmektedir.

Bu düzenlemeyi laik hukuk devletinde haklı kılacak hiç bir gerekçe söz konusu olamaz.

Böyle bir düzenleme devrim yasalarına ve anayasanın değiştirilemez hükümlerine de ayrıca ve açıkça aykırıdır.

Adalet yürüyüşü yarınlar için

Yargının iktidarın silahı haline dönüştüğü bir dönemi yaşıyoruz.

Günümüzde darbeler topla tüfekle değil silah konumuna sokulan yargı yoluyla yapılıyor.

Yargı bağımsızlığı Cumhuriyet tarihinin en kötü günlerini yaşıyor.

Yargıya güven dibe vurmuş durumda.

Adalet mülkün temeli ancak artık bu tabloda iktidarın etkisindeki bir yargı ile adalete ulaşmak söz konusu değil.

Bu nedenle ülkenin dört bir yanında adaletsizlik yaşanıyor.

Cumhuriyet, müdafa-i hukuk denilerek her türlü farklılıkla bu topraklar üzerinde millet olmak ortak paydasıyla çıkılan kurtuluş ve kuruluş sürecinde halkın kendi hukukuna sahiplenmesinin eseridir.

Bugün yaşanan sancıların temelinde Cumhuriyete, hukuk devletine, Atatürk ilke ve değerlerine zaman içinde yapılan saldırılar yatmaktadır.

Cumhuriyet, elbette hukuk ve demokrasi yoluyla korunacaktır.

Cumhuriyetin ilke ve değerleri, nitelikleri, bu bağlamda demokrasi, bir tramvay gibi istenildiğinde inilip binilecek değil, her zaman sahiplenilecek ve yaşatılacaktır.

Bu nedenle bir demokratik hak kullanımı olarak, herkesin, halkın, bir siyasi düşünce farkı gözetmeden, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin, milletin her unsurunun, adalet isteği ile bir araya gelmesi gerekmektedir.

Bu anlamda herkesin bu yürüyüşe bir başka anlam yüklemeden, kimseyi ötekileştirmeden, adalete, Cumhuriyete ve değerlerine sahiplenme adına katılması için çağrıda bulunuyorum.

Bu hareket CHP tarafından başlatılsa da bir siyasi partiye mal edilmemelidir.

Halkın nefesini ensesinde hissetmesi ve gündemi doğrudan belirleyemez duruma düşmesi iktidarı ciddi anlamda tedirgin etmiştir.

Yürüyünce sonlanan biten bir hareket olarak kalmaması ve de ülkede kurucu değerlere saldırılar dahil bir çok sorun yanında adalet ve terör, OHAL sorunlarının yine 18 ada, Kıbrıs, Kuzey Irak referandumu konuları da gözetilince takip edilecek yol haritası için de, uygulanacak kararların alınacağı bir Cumhuriyet Kurultayı toplanacağı açıklanmalı, yürüyüşün amacı bu şekilde de hukuk ve demokrasi yoluyla Cumhuriyete sahiplenme yönünden somutlaştırılmalıdır.

Cumhuriyet Kurultayı

16 Nisan tarihinde Cumhuriyet, üstelik anayasa değişikliği adı altında, şimdiye kadarki en büyük saldırıya muhatap kaldı.

16 Nisanda, Anayasa değişikliği yolu ile Cumhuriyetin niteliklerinin içi boşaltıldı.

Cumhuriyet ve nitelikleri, artık kağıt üzerinde yazıldığıyla kaldı.

16 Nisanın yarattığı sorunlar her geçen gün artarak devam ediyor.

Bu gidişe dur demenin yolu eleştirinin ötesine geçmekten, eylemden, somut bir adım atmaktan geçiyor.

Yaşananlara karşı koymanın etkili yolu örgütlenme olmakla, bu noktada en örgütlü yapı olarak CHP adı ister istemez öne çıkıyor.

CHP’nin bu süreçte en etkin olarak yer alabilmesi ise kurultayını toplayabilmesi ile olanaklı.

Olağan kurultay sürecinin bir taraftan işlemesi engel görülmeyerek, böyle bir kurultaya CHP, hukuk ve demokrasiye sahip çıkan tüm demokratik kitle örgütlerinin katılımı için de çağrı yapmalı.

Hukuk ve demokrasi için varım ve buradayım diyen her örgüt nerede durduğunu bu kurultayda yer alıp almamakla ortaya koymalı.

İktidarın gücünü, kendisinden değil, Cumhuriyete, hukuk ve demokrasiye bağlı güçlerin dağınıklığından aldığı unutulmamalı.

Bu nedenle, Cumhuriyete, hukuk ve demokrasiye bağlı güçleri bir araya getirecek bu gibi adımları atmaktan ve de artırmaktan geri durmamalı.

Bu gibi birliktelik ve dayanışma, toplumsal muhalefeti zirveye taşıyacağı için, ülke gündemini belirlemede muhalefet tartışmasız olarak en ön sırada yer alacaktır.

Artık bu gibi adımlar atılınca iktidar da muhalefetin arkasından baka kalacaktır.

Kurultay denilince akla sadece seçim gündemli Kurultaylar gelmemeli.

CHP, bir siyasi parti olarak farkını ortaya koyarak, sadece siyasetin konuşulacağı bir kurultay toplayabilmeli.

Yaşananlar karşısında, Türkiye’yi, Cumhuriyeti, Türkiye’nin nereye gittiğini, ilke ve değerlerini, bunlara nasıl sahip çıkılacağının konuşulacağı görüşüleceği bir kurultay yapabilmeli.

Bu gündemle bir kurultayı bu ortamda bile toplayamıyorsa ne zaman toplayabilecek.

Seçimli bir kurultayda her zaman seçim konusu öne geçmekle, bu konular ister istemez her yönüyle tartışılıp görüşülemiyor.

Bu nedenle gündeminde sadece bu konuların yer alacağı bir olağanüstü kurultay toplanmalı.

Böyle bir Kurultay en az bir hafta sürmeli.

Türkiye’nin nabzı orada atmalı.

İlke ve değerlere sahiplenmek sadece söylemde kalmamalı.

Söylemde kalmamasının yolu da beklentilerin öne çıkacağı değil, mücadele ve yol haritasının ortaya konulacağı, karara bağlanacağı olağanüstü kurultay toplamak olmalı.

Bu kararlar, bir kişinin veya dar bir yönetim kadrosunun değil, her türlü görüşmenin sonucunda genel kabul gören ve geniş bir uzlaşma ile ortaya çıkmalı.

Kararlar, bu içerikte ve bu yöntemle ortaya çıkınca, daha geniş bir tabana hitap eden ve  daha geniş bir alanda uygulanan kararlar olacaktır.

Bu şekilde genel kabul gören kararlara, toplum sahiplenecek, bu toplumsal kabullenme ve toplumsal karşılık ise, mücadelenin daha kararlı yapılmasını sağlayacaktır.

Cumhuriyet her geçen gün kırmızı çizgilerinden uzaklaştırılırken, yeşil ton giderek daha çok öne çıkarken, artık bir Cumhuriyet Kurultayı toplanabilmelidir.

Böyle bir dönemde Cumhuriyet Kurultayı toplanmayacaksa, toplanamayacaksa ne zaman toplanacaktır.

Gelinen noktada iktidarı denetleyen bir yasama organı kalmamıştır.

Yargı organı, adaleti sağlamaktan uzaklaşmış, iktidarın elinde silah haline dönmüştür.

Basın, halka gerçekleri aktaran değil, iktidarın sesini duyuran bir duruma sürüklenmiştir.

Muhalefetin siyasal denetim yolları tıkanmıştır.

Bu tablodan elbette çıkılacaktır ve bu çıkış kuşkusuz halk ile olacaktır.

Bu çıkışı halk ile yapabilmek için de halk ile bütünleşmeyi sağlayacak bir Cumhuriyet Kurultayı gecikmeden atılacak olmazsa olmaz bir adımdır.

Erdoğan ve 12 Eylülden Beslenen Siyaset

16 Nisandaki halk oylaması ile bir rejim değişikliği yaşandı.

Anayasa değişikliği adı altında, gerçekte bir anayasa değişikliği değil, anayasaya şimdiye kadar ki en büyük saldırı yapıldı.

Halkoylaması yoluyla anayasada yapılan bu değişiklikle, Cumhuriyet ve nitelikleri ile ilgili Anayasadaki değiştirilemez maddelerin içi boşaltıldı.

Anayasanın değiştirilemez maddeleri, öylece kağıt üzerinde yazıldığı ile kaldı.

Anayasada Cumhuriyet ve nitelikleri ile ilgili hükümlerle, kula kulluk yok edilip, herkesin yaşam hakkı ve de Cumhuriyetin devamlılığı korunmakta iken, şimdi bu maddeler tek adamın iradesini esas alır niteliğe dönüştü.

Anayasa demek, uzlaşmak demek, iktidarın iradesini sınırlandırmak, kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına almak demek.

Bu nedenle doğası gereği anayasalar, iktidarın tek başına, sadece kendi gücü ile değil, geniş bir katılımla, uzlaşma ile yapılabiliyor.

Anayasaların değiştirilmesi de aynı biçimde gerçekleştirilebiliyor.

Bu bağlamda TBMM’deki değişiklikler de, nitelikli çoğunlukla söz konusu olabiliyor.

16 Nisan halkoylamasıncan çıkan sonuçlar karşısında, bir anda herkes yıllardır yapılmayan bir tartışmaya odaklandı.

O tartışma ise, TBMM’de anayasa değişikliği nitelikli çoğunlukla, yani uzlaşmaya dayanan geniş bir tabanla yapılabilirken, halkoylamasında neden nitelikli çoğunluk aranmadığı yolundaki haklı bir tartışma idi.

Anayasa değişikliklerinde bir yöndem olarak halkoylamasının benimsenmesi, halkoylamasında da nitelikli çoğunluk öngörülmemesi, Türkiye’yi 16 Nisan sonuçları ile karşı karşıya bırakmıştı.

İşin ilginci anayasa değişikliklerinde söz konusu olan bu yöntemin mevzuatımıza girişi irdelendiğinde, bu konunun da altından, siyasetin her türlü sorunlarıyla bugüne kadar gelmesinde rol oynayan 12 Eylülün çıkmasıydı…

12 Eylülün yarattığı sonuçlardan kurtulmak adına, yeter ki 12 Eylülün antidemokratik sonuçları ortadan kalksın da nasıl kalkarsa kalksın anlayışı, anayasa değişikliklerinde halkoylamasının bir yöntem olarak getirilmesine neden oldu.

İşte gidilen halkoylamasında da 16 Nisan sonuçları ortaya çıktı.

1961 Anayasası, TBMM’de kabulü sonrasında halkoylamasına sunuldu.

Bu Anayasada, bir anayasa değişikliğinin, sadece TBMM üye tamsayısı yönünden öngörülen bir nitelikli çoğunluk ile yapılabileceği benimsendi.

Herhangi bir biçimde halkoylaması ile anayasayı değiştirmeyi olanaklı kılan bir hükme yer verilmedi.

1982 Anayasası da, TBMM’de kabulü sonrasında halkoylamasına sunuldu.

1982 Anayasasının ilk metninde anayasanın değiştirilmesine ilişkin maddede, halkoylaması bir yöntem olarak yer almadı.

12 Eylülcüler, siyaseti 12 Eylül darbe nedenleri arasında gösterdikleri için, siyaset alanını yeni baştan düzenlediler.

Bu alanı kendilerince düzenlerken, 12 Eylül ve öncesi dönemde siyaset yapanlar hakkında, belirli sıfat ve konumda olanlar için beş yıl, belirli konumda olanlar için ise on yıl siyaset yasağı getirip, bu hükmü anayasaya da koymuşlar ise de, uygulanan bu yasak toplumda büyük bir tepki topladı.

12 Eylülün getirdiği siyasi yasakları kaldırmak istemeyen dönemin iktidar partisi ANAP, bu yasakları kaldıracaksa halk kaldırsın diyerek, siyasi yasakların halkoylaması ile kaldırılmasına yönelik olarak 1987 yılında bir anayasa değişiklik teklifi getirdi.

Bu düzenlemede anayasada yer alan, “anayasanın nasıl değiştirileceğine ilişkin” maddenin de değiştirilmesi öngörüldü.

Anayasa değişikliklerinde de halkoylamasına bir yöntem olarakbaşvurulması ilk kez getirildi.

Daha da ötesi, anayasa değişikliğinde halkoylamasına gidildiğinde, halkoylamasına katılanların salt çoğunluğunun kabul oyu da yeter görüldü.

12 Eylülün yarattığı engellerden kurtulma durumu düşünülünce, anayasa değişikliğinde halkoylaması öngörülmesi ve bunun da basit çoğunlukla söz konusu olabilmesi kuralının getirilmesisnin, gelecekte yaratabileceği sonuçları üzerinde ciddi anlamda durulmadı.

O dönemde önemli olan 12 Eylülün antidemokratik yasaklarından kurtulmaktı.

Yapılan halkoylamasında %93 katılım sağlandı ve katılanların %50,2 evet oyu ile de siyasi yasaklar kaldırıldı.

12 Eylül yasaklarından kurtulmak adına 1987 yılındaki anayasa değişikliklerinde ilk kez açılan halkoylaması yolu ve bu konudaki düzenleme, bir daha tartışma konusu olmadan öylece anayasada kalıverdi.

TBMM’deki değişiklik konusundaki oylamada ortaya çıkan nitelikli çoğunluk sonrasında halkoylamasına gidilmesi karşısında da, halkoylamasında ayrıca nitelikli bir çoğunluk aranmasında ısrarcı da olunmadı.

Oysa TBMM’deki nitelikli çoğunluğu, 12 Eylül modeli parti yapılanmaları nedeniyle bir kaç parti başkanının anlaşması ile elde etmek kolaydı.

16 Nisan için de karşılaşılan durum bu şekilde idi.

16 Nisan değişikliği için TBMM’de partilerin anlaşmasını ve TBMM’de nitelikli çoğunluğun ortaya çıkmasını sağlayan, partilerin hala daha 12 Eylül modeli yapılanmış olmaları yani tepeden, genel başkanlar, tek adamlar üzerinden yürüyen siyaset anlayışı idi.

Bu durum, TBMM’deki nitelikli çoğunluk oranını anlamsız ve etkisiz de kılıyordu.

Bugün seçimler konusunda 12 Eylül döneminden kalan kuralları da gözetince, bu kurallar aşkın temsili esas almakla, seçimin ve siyasetin de 12 Eylül kurallarıyla yapıldığı bir ortamda, her türlü sömürü ile halk nezdinde %50 yi bulan bir parti, hiç uzlaşma yoluna gitmeden, bir anayasada istediği değişikliği yapabilir duruma sokuldu.

16 Nisanda yaşanılan durum da 12 Eylülün sivil halinden başka bir şey değildir.

Böyle olunca da 16 Nisan, 12 Eylülün sivil bir görünümüdür.

Daha da vahimi, artık tabanda % 50’yi bulan bir siyasi parti, TBMM’deki gerekli duyduğu kadar siyasi parti başkanına gerekli olan kadar ödün vererek, halkoylaması yolu ile kendi tabanı ile anayasa yapar duruma gelmiştir.

Darbelerde, tek adamlığı etkin kılmak için partiler kapatılırken, şimdi ise anayasa değişikliği sonrasında, 12 Eylül ürünü partiler üzerinden, tek adam yönetimi etkin kılınmıştır.

Tek adam, demokrasinin her türlü olanağını kullanarak adeta ülke yönetimine el koymuştur.

Siyasi yasakları kaldırmak için 1987 yılında getirilen halkoylaması, sonrasının nereye varacağı düşünülmeden öylece kalınca ve başka amaçlar için kullanınca, artık ülkeyi tek bir kişinin ve tek bir siyasi partinin vesayeti altına sokar olmuştur.

Erdoğan yeni sömürü konuları peşinde!

Erdoğan yabancı ülkelerde izne bağlı olmadan miting yapmak istemektedir.

Kendisine izin koşulu getirilmesini kınamakta, bundan mağduriyet yaratmaya çalışmaktadır.

Oysa Türkiye’de de yabancıların mitingleri izne bağlıdır.

Her ülke kendi vatandaşlarının mitingleri için bildirimde bulunulmasını yeterli görerek, izin koşulu aramıyor.

Yine her ülkede, yabancıların mitingleri ise kamu düzeni yönünden izne bağlı.

Bu Türkiye’de de böyle.

2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasının 3/2 nci maddesi, Türkiyede yabancıların mitingleri için açıkça izin koşulu getiriyor.

İHAS’nin 16 ncı maddesi de, yabancıların siyasi toplantılarının kısıtlanabileceğini ayrıca düzenlemektedir. Yine İHAS’a göre kamu düzeni, kamu güvenliği, ulusal güvenlik söz konusu olduğunda koşulları oluştuğunda, toplantıların sınırlanması da olanaklıdır.

Bu noktada Erdoğan’a sormak gerekiyor.

Ermenistan, İran, Irak, Kuzay Irak, Suriye, Yunanistan Cumhurbaşkanları, Başbakanları Türkiye’de izinsiz miting yapmaya kalksa ve bizi engelleyemezsiniz dese neler olur…

Hele Barzani 25 Eylül referandumu öncesi böyle bir duruma yeltense…

Ya da ABD, Fransa, Almanya, İngiltere yetkilileri aynı şeyleri dile getirse ve Türkiye’de Diyarbakır veya Ankara Kızılay ya da İstanbul Taksim meydanında izinsiz miting yapmaya kalksalar, bu durum; egemenlik haklarına saldırı ya da fiilen işgal durumu değil midir…

Erdoğan’ın yurtdışında miting yapma isteklerinin izne bağlanamayacağı yolundaki düşünceleri hukuken kabul edilebilir değildir ve kamuoyu önünde sömürü yaratma, mağduriyet algısı oluşturma amaçlıdır.